Yeni bir yerden başlamak zordur. Yarım kalmış olan ile yola
devam etmek ister insan. Alışılmış olanın sıcak duygusu, bilinmeyen
başlangıçlardan daha cazip gelir. Bununla kastettiğim, hayatınızdaki herhangi
bir şey olabilir. Ama genellikle yarım kalan hikayeler bundan nasibini alır.
Tutkunun ve acizliğin doruğa ulaştığı nokta, yarım kalmışlık. Bir gün, aşkın
kendimizce tanımından söz ederken birisi bana “bunu lütfen yaz” demişti.
Herkesin bu konuda yaşadığı deneyimler tamamen farklı olduğu için tanımı da milyonlarca farklı
şekilde yapılabilir. Bu yüzden değil midir aşk üstüne yazılan şiirlerin,
öykülerin, efsanelerin bitmez tükenmez bir kaynaktan oluk oluk akması? Birinci
kural korkmamak. İnsanlar değerli bir şey bulduklarında neden heyecan değil de
korkuya kapılırlar? İkincisi ise tamamlanamamak. Bu iki aşamayı
geçebiliyorsanız da, üçüncüde zorlanacaksınız. Unutmak. Unutmayı çok istemekle
unutmak arasındaki derin uçurumun kenarında yapayalnızsan, aşkı çoktan bulmuşsun
ve kaybetmişsin demektir. Doğanın muhteşem kanunu böylesine acımasız çalışır.
Tabi ikinci ve üçüncü kural arasında tırnak içinde “yaşamak” var. O, ruhlar
aleminde çok kısa bir gezinti olduğu için ayrıca belirtmeye gerek görmüyorum. Çünkü
esas kurallar içinde baskın olan hissiyat yaşayabile-memek. İşte aşk tam da
burada gizli. Kısacık hayatlarımıza sığdırabildiğimiz; kucak dolusu telaşa
kapılıp bir kenara ittiğimiz ama asla vazgeçemediğimiz aşk. O gizemli duygu…
Sis çökmüş bir denizin alacakaranlığına dalmak gibi ürkütücü… Kendini
gizleyerek kaçak dövüştüğün…Oysa tüm kartlar açılmış ve sen ruhunu çoktan
masaya koymuşsundur. Ruhun ele geçirildiğinde anlarsın. Eğer iliklerine kadar
yaşamak istiyorsan, buna razı olmalısın. Önemli olan ruhunu geri almak değil,
onu bu acıdan nasıl arındıracağının yollarını bulmak. Her konuda olduğu gibi bu
konuda da “doğal” olanın saf ve gerçekliğine inanmalı. Gereksiz ayrıntılar
içinde boğulmaya vakit yok. Zira ikinci ve üçüncü madde arasındaki süre epey kısıtlı. Neden alışverişe
ayırdığımız zaman daha fazla? Yemek yemeye, uyumaya, saçmalamaya, tembelliğe,
işlerimize? Neden sokağa çıktığımda gördüğüm yüzler anlamsız? Neden bomboş
konuşmalarla harcanıyor zaman? Bu öfke, bu hissizlik neden? Neden daha dipten,
derinden düşünmeyiş? Gerçekler karanlık ve ürkütücü geldiği için mi kolayı
seçmek? Hayat, evlilik ve ilişkiler; alışveriş merkezlerinde el ele tutuşarak
çılgınlar gibi vitrinleri incelemek, sepetini doldurmak ve yiyip içmekten
ibaret sanırım. Çünkü görebildiğim, gördüğümü zannettiğim tüm manzara bu. Tüketim
çılgınlığının, insan genetiği üzerindeki ciddi tahribatı… Bomboş ve anlamsız
bakan gözler, incir kabuğunu doldurmayacak sözler… Yaşayan ölülere mi
dönüşüyoruz? Sahte kimliklere mi bürünüyoruz? Sadelik bu kadar mı zor bizim
için? İnsan ırkının dışında doğaya ve hayata dair her şey sakin bir uyum içinde
hayatını sürdürüyor. Doğanın dünyaya olan aşkı bu. Biz ise yakıyor, yıkıyor,
hırslanıyor, kıskanıyor ve açgözlülükle yoğruluyoruz. Zaman içinde, zamansızlığı
unutuyor belleklerimiz. Bu yüzden incelikli değiliz artık aşka. Bu yüzden
nezaketsizliğe dönüşüyor büyük tutkularla başlayan hisler. Aşk, raf ömrü
tükenmiş bir kavanoz dolusu kalp ağrısı; ağızlarımıza çalınmış bir parmak bal
şimdi. Aşkı hayatımızın neresinde unuttuk? Hatırlayabiliyor muyuz? Belki de aşkın
tanımını çöpe atsak yalın gerçekle karşılaşırız. Çünkü tutkunun pençesinde
hırslanan, bencilleşen ve arzulayan insanın en büyük yanılgısıdır aşk. Ona
nefes veren diğer duygular olmadan tek başına bir hiçtir. Örneğin en iyi
dostlarınıza bir bakın. Onda gördüğünüz ve sevdiğiniz her şey, aslında
kendinizde de olmasını istediğiniz özelliklerdir. Samimiyet, başarı, özgüven,
coşku… Hayata bakışın ‘bir’ oluşu değildir insanları birbirine yakın tutan. Kendi
eksikliklerinizi tamamladığını ya da tamamlayacağını düşündüğünüz birer
yansımanızdır. Bu yüzden de birlikte vakit geçirmekten keyif alırsınız dostlarla.
Aşk bunun farklı bir versiyonudur. Kadın ile erkeğin dünyaya yansıması her ne
kadar zıt olsa da bizi tamamlayacağına inandığımız kişilere aşık oluruz. Yani en
başa dönersek eğer; her insan aslında kendine aşık narsistten başka bir
şey değildir. Gözden kaçırılan nokta, aşkta da dostluk duygusunun ilk sıraya
konması gerektiğidir.
Günümüz insanının çözemediği sorun bence şu; sahte ve yalan
hayatlardan örülü bir duvara çarpmak, gerilemek, çarpmak… Kanayıncaya ve
kanatıncaya kadar. Saf ve gerçek olana duyulan ‘gerçek’ özlem, belki bir gün tüm
duvarları yıkmamızı sağlar. Ve biz hala hayatta kalanlar, yolumuza devam ederiz. Tüm
bu cümlelerin ardından yine de fısıltıların yükseldiğini duyar gibiyim. Haklısınız.
Bunca söze hiç gerek yoktu. Aslında aşk sadece bir insanın canını delicesine yakma
isteğiydi…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder