Ah! Ne çok gün batımı kaçırdım istemeden. Güneşin alev alev yandığı büyülü gökyüzünün altında uzanıp - yarın yine görüşürüz - diyemediğim günler. Ne çok şarkı hapsoldu yüreğimin bir türlü isyan edemeyen çekingenliğine. Ne kadar çok isterdim bir balığın yüzgecinde onunla birlikte yol almayı, ama benim ayaklarım vardı. Bir albatrosun gözlerinden görmeyi okyanusun derin gizlerini. Bir teknenin burnu olup yarmak isterdim dalgaları köpük köpük. Ya da ismi olmak o teknenin... Yakamoz, günizi, fırtına...
İşte bugün; güneş günü öylece ardında bırakıp yine terk ederken, ansızın aklımdan geçenler bunlar. Gökyüzünün kızıllığı yerini soğuk bir griye bırakıyor. Balıkçıların mesaisi başlıyor. Yerinde olmak istediğim tekne bana nispet yaparcasına salına salına özgürlüğüne doğru yol alıyor. Arsızca sulara saldırıyor martılar çığlık çığlığa. Teknelerin o çok sevdiğim homurtulu sesine karışıyor dalgalar. Vinçler gıcırdıyor, motorlar ıslık çalıyor. Tüm bu sesler tek başına kulağı tırmalasa da hep bir ağızdan söyledikleri şarkının notaları gökyüzünde birleşip, sağanak gibi yağıyor sanki şehrin üstüne.
Bu ben miyim? Burada öylece oturmuş tüm bunları düşünen. Buraya ait olmadığını ve asla olamayacağını bildiği halde çekip gidemeyen, o anlık kararı veremeyen. Yüzümdeki durgunlukla çelişen kalbimin sesi karışıyor çığlıklara ve bir güneş tutulması kadar bekleyip benimle terk-i diyar ediyor. Kilometreleri yenme çabam hayalleri zorlama aşamasını geçemedi henüz ve ben katmanları kırabilme dersinden sınıfta kaldım yine. Oysa tek istediğim, bir an için bile olsa özlemekti bu şehri. Uzaklardan seslenebilmek. Belki ara sıra geri dönmeyi de istemek ama asla dönmemek.
Rüyalarımda gidebildiğim ve hiç bilmediğin o kentin sokaklarında belki kendime doğru yeniden göç etmek. Üniversite öğrencilerinin sokaklarda açtıkları sergilerden bir tütsü satın alarak kokusuna "yeni hikayem" adını vermek. Yeni bir şiir gibi. Hiç denenmemiş bambaşka bir üslup. Duyguların baştan çıkarıcı izleri de gelmeliydi benimle. Hiç kimse tanıdık olmamalıydı. Aklımın ve yüreğimin bir kenarında duran insanlar özlenmeli ama tekrar yaşanmamalıydı asla.
Tekne sesleri uzaklarda soluk bir gölge şimdi. Oturduğum - kim bilir kaç insanın duyguları altında ezilmiş - banktan kalkıyorum vedalaşarak. Eve doğru uzayan, her defasında farklı bir durum, farklı bir tavır, farklı hisler içinde yürüdüğüm, adımlarıma arkadaşlık eden caddelerden, sokaklardan kaldırımlardan yine apayrı bir çelişkiyle geçiyorum. Eminim. Kesinlikle biliyorum sadece geçmişin beni bağladığı bu hüzün bu hazan şehrine ait olmadığımı. Yüreğim ruhumla birlikte uzaklarda çarparken; bedenim, yalnızca sözcüklerin kurgulanışı ve çaresizlikle burada hareket ediyor. Evimin yanındaki parkın içinden geçiyorum. Fıskiyeli küçük havuzun önünde dört adam. Birinde fotoğraf makinesi. Diğer üçüne direktif veriyor. "Az sağa, fıskiye görünmüyor." "Evet böyle iyi. Biraz daha yaklaşın, gülümseyin." Anlık bir tebessüm beliriyor her birinin dudaklarında. Dördüncü adam deklanşöre basıyor ve diğer üçü ölümsüzleşiyor negatifte. Sahte yüzlerdeki gerçek anlam zihnimin derinliklerinde. Ve bir soru beliriyor zihnimde. "Peki ama sonbaharın tatlı rüzgarını kim koyacak fotoğrafa?"
Yürüyorum. Parkın az cıvıltılı, az rüzgarlı, çokça yalnız tablosunu geride bırakarak insansı telaşın arasına karışıyorum. Vitrinleri seyrederek kıkırdayan kızlar, yanlarında durup mankenlerin üzerindeki kıyafetleri değil de camdaki ıssız yansımamı seyrettiğimi farketmiyorlar. Yüzümün ayrıntılarını seçemiyorum. Sokak lambaları yanmaya başladı loş akşamın serinliğinde. Gözlerimin o çok sevdiğim çocuksu ifadesine bakıyor ve gülümsüyorum kendi kendime. Ne olursa olsun, bazı ayrıntılarımı belki de kibir olarak adlandırabileceğim bir inançla seviyorum. Bazen narsist bazen de uzak olarak tanımlandı sınırlarım. Şimdi ne zaman tükendiğimi hissetsem, yavaşça sıyrılıp kayboluyorum insanların hayatından kendi gölgemde. Ya da ben öyle zannediyorum. Rüzgar bir şamar gibi çarpıp yüzüme, hatırlatıyor hala benimle olduğumu, ben olduğumu. Yalnızlıktan uzaklaşmak, kalabalıklaşmak için sınırlarımdan vazgeçmiyor olmam, kendi ben'ime sırt dönmemem, diğerleri için narsistin tanımı. Ne yazık. Ve camdaki yansımamın bana bunca şey düşündürmüş olmasına şaşırıyorum.
Sokağın köşesinde kocaman göbeğiyle, cüssesinin altında kaybolan bir tabureye oturmuş sivri burunlu ayakkabılarının arkasına basarak yürüyen bakkal. Pencerelerden annelerin çocuklarına tehditler savurarak onları eve çağıran sesleri dökülüyor. Küçük bahçe kapısını açarak dört katlı eski apartmanın birinci katındaki, üzerine boyalarla çeşitli desenler yaptığım sevgili kapıma yöneldim. Bu kapıya olan bağlılığım bile benim buradan gidemeyişimin, hepsi bir araya geldiğinde dağ gibi büyüyen küçücük nedenlerinden sadece biriydi. Yanılmamıştım. Sarı saman kağıttan bir zarf, her ayın on dördüncü gününde olduğu gibi yine kapımın aralığında beni karşılıyor, içeride bekleyen sessizliğe inat "hoşgeldin" diyordu.
Evet, bahsettiğim gibi tek başınalığın derin sessizliği sinmişti eve belki ama her eşyanın da bir ruhu vardı. Elektrikli sobanın düğmesine dokundum koltuğuma geçerken sonbaharın odadaki ayazını kırsın diye. Her zaman yaptığım gibi müziği açtım bir sigara yakmadan önce. Hala kasetlerim var geçmişi bugüne taşıyan. Duvarların soğukluğunu okşarcasına yayıldı notalar evin her köşesine. Yercesine iştahla içtim ilk sigarayı. İkincisini yakmak için dedemin bana bıraktığı tabakaya uzandım. Siyah, solmuş ve çatlamış deri. Hayatın izleri gibi. On üçümde başlamıştım bu zehirle olan dostluğuma ve on dördümde kaybetmiştim dedemi. Sadece o biliyordu bu gizli dostluğu ve kızmıyordu bana. "Hiçbir şeyi erteleme güzel kızım, hiçbir şeyi. Günler neler saklıyor senin için zulasında bilinmez." Dedikten sonra bir sigara yakardı. Burun deliklerinden kıvrılarak çıkan dumanların arasından izlerdim yüzünü büyük bir sevgiyle. Onun bana karşı olan bu tutumu bilinseydi, büyük bir sorumsuzluk olarak yorumlanırdı muhtemelen çok bilmiş geveze ağızlarca. Dedemin mezarının bu şehirde oluşu da benim sebepler zincirimin bir halkası mı acaba diye düşündüm, sonra hala yakmadan elimde öylece tuttuğumu farkettiğim sigarayı yaktım. Derin bir nefes çektim. Ağzımdan ve burnumdan minik bulutlara bölünüp yükseldi dumanlı soluğum. Tek başına asla görünmeyen, dumanın gölgesiyle cisimlenen, içimden kopup gelen, ruhumun çeperlerinde dolaşmış, yorgun, durgun bir soluk. Rüzgarın fotoğrafı gibi. İki maddenin bileşimi. İkinin rengi, dokusu, tadı. Bakır kül tablasına bıraktım sigarayı ve zarfı aldım. İsmim büyük siyah harflerle yazılmıştı üzerine. Yavaşça açmadan önce kokluyordum zarfı her seferinde. Aşıp geldiği yolların kokusunu ve tadını hissedebilmek için. Özenle dörde katlanmış kağıdı açıyorum. İşte karşımda o narin, eğik yazısı.
"Bugün yine kentin sokaklarında yürüyüp dört bir yana dağılmış aşkları ve düşleri aradım. Sanki her birini toplayıp bir araya getirme gücüne sahipmişim gibi. Her adımda hayal ettim -o küçücük parçasında an'ın- yaşanmışlıkları. Hepsini düşlerimde görüyordum ama yalnızca kendi benliğimin de diğerleriyle birlikte o anlık mesafelerde yitip gittiğini farkedemiyordum. Bu kent tüketir insanı diyordum ya, insanlar mı yoksa bu kenti tüketen? Yok, aslında; umarsızca devinip duran bu ikili, birbirini yok etmenin garip ayinlerini sergiliyor sanki her gün sahnede. Biliyor musun? Kahverengi şapkalı mutlu kızla ne zaman dışarı çıksam, yeryüzü ayaklarımın altından kayıyor. Tüm bulutlar adeta sözleşmiş gibi bizi ıslatmak için olanca güçleriyle çalışıyorlar. Anlamını bir türlü çözemediğim ve galiba asla çözemeyeceğim şeyler hızla çoğalıyor. Bir tek ben... kendimi çoğaltamıyorum. Gün geçtikçe içimdeki ıssızlığa gömülüyorum. Sislerim dağıldığında göreceğim belki de yanıtları ve düşündükçe artan sancılarım, benimle birlikte yok olacak. Doğruyu bulmak, yok oluşun kendisi mi? Bu benim başlangıcım. Bir de seninki var. Bir gölge gibisin kendi sislerinin beyaz zerrecikleri arasında. Açık konuşmak gerekirse, gölgenden nefret ediyorum. Pencereleri bahçeye açılan, perdeleri hep yarı kapalı loş odalarından birinde elinde sigaran, zihnindeyse buraya dek uzanan derin bir uçurum... Gözlerini sevdiğini biliyorum. Bakışındaki anlamları bildiğim gibi. Üzüldükçe, huzursuzlandıkça buzlu bir camın ardından aydınlığı ararcasına koşturan gözlerin. İlk gördüğümde seni, göz yaşı şişen kırılmıştı ve cam parçaları sanırım en çok kalbinde derin yaralar açmıştı. Üzerine tam gelmeyen duygulardaydın. Sevgi mi demeliydim? Yüzünü astığını görür gibiyim. Kapının tam karşısındaki masaya oturmuş, avlunun taş zemininde dans eden yağmur damlarına dalmıştın. O an hissedebildiğim tek şey korkuydu. Çünkü izlediğin derin sularda boğulmanı istemiyordum. Hissettiğin derin sular mı demeliydim? Asma yüzünü, istediğin gibi olsun. Artık biliyorsun kim olduğumu. Bir gün, elinde tek bir karanfille karanlıkta kaldığında, gözyaşlarına sahip çıkan o yaşlı kadını unutma..."
İsimsiz mektuplarımın gizemli sahibesi belirdi zihnimde. Bir yıl önce sadece birkaç dakika görmüştüm onu ama bir daha hiçbir yüzde bulamadığım anlamlı ifadesi asla silinmemişti benden. Ne yazık ki zarfların üzerinde bir adres yoktu. Ve bu mektup sonuncuydu, biliyordum. Tümüne cevaplar yazmış, saklamıştım. Süregelen bu garip dostluğu sözcüklere tutsak olmadan birbirimizin yansıması, çoğunlukla onun bana yansıması olarak sürdürecektik. Yüreğimin en soğuk iklimine konup onu bahara döndüren bir kelebek. Bana uçmayı öğreten, kendi zamansızlıkları arasından yarattığı saf sevgiyi gönderen, anlık kararı verdiren... Hiç tanımadığı beni orada, o eski hanın bir köşesindeki masada oturmuş ve sessizce ağlayan beni görmüş, gelip gözyaşımdan öpmüş, "bilirsin, adını zaman koyduğumuz bir ilaç var, üstelik bedava" demiş ve gülümseyerek uzaklaşmıştı.
Son mektubu da diğerlerinin yanına, kurumuş çiçekleri ve yaprakları doldurarak içine benim için en değerli şeyleri koyduğum eski akvaryuma bıraktım. Mutfağa geçtim. Bardaklardan tabaklara, taburelerin minderlerinden masa örtüsüne kadar her şeyin mavi olduğu dört duvarlı denizime. Bir fincan kahve alarak pencerenin önündeki tabureye iliştim. Sokağı ve sonbaharı seyretmeye koyuldum. Renklerim koyuldu, siyahlaştı. Yan yana dizildikçe ve yerleri değiştikçe anlamları da değişen kelimeler gibi bitkiler de değişime başlamıştı. İnsanlar... Mevsimler değiştikçe değişen kıyafetler. Karşıdaki kıraathanenin önünde, çınar ağacının sararıp dökülen yapraklarını süpürüyordu küçük çırak. Hayatı süpürüyordu henüz anlayamadan. Bu sahne bana babamın bir anısını anımsattı. On yedi on sekiz yaşlarında makinistlik yaptığı yazlık sinemada herkesin 'Kori' diye seslendiği ama gerçek ismini kimsenin bilmediği bir çingene çocuk varmış. Matineler bittiğinde etrafı süpürüp temizlermiş Kori. Bir yandan da az önce seyrettiği filmde duyduğu şarkıları söylermiş güzel sesiyle. Babam da hayret edermiş nasıl oluyor da sözlerini hemen hafızasına kaydediyor diye. Yeniden sokağa açılıyor gözlerim. Bir yandan kahvenin dumanı ve nefesimle buğulanan cama şekiller çiziyor, sonrasında şekillerin bozularak anlamsız damlalar halinde yukarıdan aşağıya doğru süzülmesini izliyorum. Tıpkı bir anda aldığım kararların yine bir anda yok olup gitmesi gibi.
Şimdi yaprakların ve insanların savrulduğu bu kentte daha da ıssızım. Oysa bir kumsalda bile dostlar edinebilirim. Kum taneleri ellerimden tutar, balıklar ve dalgaların sesi bilmediğim zamanlardan türlü sırlar fısıldar kulaklarıma. Yosun kokusu döndürür başımı. Kıyıya vurmuş deniz yıldızlarıyla yengeçlere öyküler anlatırım... Uzaktaki deniz feneri selam eder gökyüzüne. Yakamozla randevuma geç kalmamak için özenle hazırlanırım.
Odama geçiyorum. Müzik çalmaya devam ediyor. Hasır sepetimin içindeki kasetleri karıştırıyorum. Bir dosttan gelen eski bir tanesi dokunuyor elime beni seç dercesine. Teybe yerleştiriyorum kaseti, ılık yağmurun altında ayakkabılarımızı çıkartıp tahta köprüde yürüdüğümüz "o gün" geliyor oturuyor yanıma. Böyle zamanlarda her şey siliniyor, sadece siyah pardösümle şehrin kordonunda yürüyen bir ben kalıyor. "Havalar nasıl sizin şehirde?" .... "Ne zaman geleceksin buraları görmeye, bu yağmurları dindirmeye?" diyor hüzünlü ses. Duvardaki tabloya takılıyor gözüm. Her baktığımda bana farklı şeyler düşündüren. Odanın içinde bir kadın ve bir adam. Odanın kapısı bir şelaleye açılıyor. Pencere ise yeşermeye başlamış bir tarlaya. Kadın yere oturmuş, dağılmış kitapları karıştırıyor. Adam da pencereden dışarıyı izliyor. Odadaki tek eşya, yanan bir şömine. İkisinin de bedenleri saydam. Yitimi değil sonsuz bir huzuru paylaşıyor gibiler. İkinin, bir'liği...
Sehpanın üzerinde duran atlası alıyorum. Gidebileceğim bir yer olmalı. Büyük şehirlere bakıyorum önce. Her biri farklı renklerle boyanmış. Kendimce farklı renkler düşünüyorum her biri için. Gri Ankara. Siyaset kokan sokaklarından solgun bir ışık süzülüyor. Çok eskiden elimden tutan aşk dolu diğer elle karlı bir akşamüstü Kızılay'ında yürüdüğüm. Kırmızı İstanbul. Kin, öfke, delilik, karmaşa, hüzün, çelişki, aşk... Cayır cayır yanan sokaklar tüm bu hislerin çarpıklığında. Sarı bir Bursa. Ilık, nötr. Mavi İzmir. Gökyüzü kıvamında. Atarcasına bırakıyorum atlası kenara. Hiçbir yere ait olmadan ruhunu dolaştırmak haritaların enlem ve boylamlarında; benliğini duru sularda yıkayıp her yeni güne taptaze sunabilmek mümkün değil midir? Eğilip yerde duran küçük aynayı alıyorum. Gözlerimin içine bakıp gülümsüyorum kendime tılsımlı bir ayin gibi. Ne olursa olsun yaşam denen bu cam duvarlı kırılgan evi seviyorum. Gündüzleri, gün ışıklarını toplayıp koyuyorum vazoma. Geceleri, yıldızların arasındaki boşluklara çizgiler ekleyip çiçekler çiziyorum karanlık samanyoluna. Sihirli bir küre bulacağım bir gün, biliyorum. O güne dek hakkını vermeliyim doğanın bana bahşettiklerinin. Denize atılan bir taşın dibe vuruşunda değil, suda oluşan ve giderek büyüyen halkalarında can bulmak... Bir kum saatlik vaktim kaldığında ne yapacağımı düşünüyorum. Neleri sığdırabileceğim taneciklerin hızla tükenişine? Olanca dozu o anda mı enjekte etmeli? Yaşam altın vuruşla mı bitmeli?
Tanıdık sonbahar sesleri geliyor sokaktan. Rüzgarın savurduğu irili ufaklı taşlar, poşetler, kağıtlar, yapraklar koşuşturuyor sokaktaki insanların arasında. Çocuk parkından metal gıcırtılar yükseliyor. Bir salıncakta sallandığımı hayal ediyorum. Yağmurun altında ıslanmış, yalnız bir salıncak. Altında birikmiş sulara değiyor ayaklarım. Gövdemse gökyüzüne. Çocukluğun sırlarla dolu dünyası gelip geçiyor bir an düne bakan gözlerimden. Pencereyi açıyorum. Her şeyiyle hayatı seven ben, yok oluşumun ölgün musikisine sol anahtarını kendi elleriyle çizen yine ben. Keskin ayazı hissedince yaşadığının ayrımına vararak titriyor bedenim. Bir kalem ve kağıt alarak masanın başına geçiyorum son mektuba cevap yazmak için. Onu bir şişeye koyup denize bırakacağım. Müzik odayı ve ruhumu doldurmaya devam ediyor. "Bir otel odasında seni düşünüp yalnızlığımı soyunuyorum..." Bir sigara daha yakıyorum, tütün için için kızarıp yanıyor her nefesimle. Asla okuyamayacağını bildiğim cümleler sıralanmaya başlıyor kağıdın üzerinde. Ruhumun çıkmazlarından, mektubun ıssızlığına...
"Zihnim, korunaksız ifadelerimi numaradan sağaltmaya çalışırken kalem aşka geliyor. Biliyorum buradasın, yanı başımda. Sana yazıyor olmak bile seninle bu dostluğu yaşıyor olmanın ta kendisi. Belki günün birinde kente geri döner ve yine yazmak istersin bana ama ben artık burada olmayacağım. Binanın gıcırdayan eski tahta merdivenlerinden inerek avludan bana doğru yürüdüğün o anı hiç unutmadım. Hanın yıllanmış duvarlarını birkaç günlüğüne anlamlandıran tablolarını da. Sandığında gizlenen her şeyi bulup çıkartmıştın. On dört Mart akşamının yılgın ışıklı, toprak kokulu ve nemli iklimi acılarıma örtü olmuşken usulca çekip aldın onu üzerimden. Bana o gün söylediğin gibi acıyı zamanın akıntısı alıp götürdü umulmadık bir hızla. Bir tek senin hatıran kaldı o günlerden. Karanfilleri hala seviyorum. O hasır sandalyelerin çevrelediği ahşap masalarda oturmayı da. Bilirsin, baharda hanın gökyüzü örtüsü olan mor salkımlar dökülür üzerlerine. Ağzını şiirden başka hiçbir şeyin açamadığı şair, o masada okudu bana yazdığı biraz ürkek, biraz kırılgan dizelerini. O masada öylece bırakıp gitti beni küskünlüğünü döktükten sonra içime. Bir daha da hiç konuşmadı benimle ve asla bakmadı gözlerimin içine.
Bilmediğin hayatımı anlatmak istiyorum sana. Evrenimdeki insanları, eşyaları, çağrışımları, hoşnutsuzluklarımı, az ve azalan umutlarımı... Bir araya geldikçe anlam bulan harflerin beni bu denli mutlu edebileceğini hiç ummazdım. Aslında benden fersahlarca uzak yaşanmışlıkların sahibesi olsan da yeryüzüne düşülmüş iki yakın dipnot gibiyiz, sadece farklı sayfalarda. Hayatı sorguluyorum her insan gibi. Varamadığım her sonuç, beni içinden çıkılamaz girdaplara sürüklüyor. Acıyor bir şeyler, acıtıyor delice. Bu iş bana göre değil diyerek çıkmaya çalışıyorum bunaltılar ülkesinin sınırlarından. Zaman zaman yağmura, fırtınaya öfkelenip özlemlerimi sunuyorum çiçekli günlere. Sonra kendime kızma anları başlıyor yine. Doğaya kapris yapılır mı? Çiçeklerin doğduğu, o bilinmeyen ülkeden kopup gelmiyor mu fırtına da bizim için? Azmaktaki tahta köprüye gidiyorum ara sıra gün batımlarında. Sen olsaydın,bir resmini yapardın belki. Ben yüreğime kazıyabiliyorum ancak bazı güzellikleri. Üzerinde kımıldandıkça yıkılacakmış hissi veriyor köprü. Yanımdan biri geçip gidiyor koluma usulca değerek ahşap gıcırtılarla. Baştan ayağa sükunet giyinmiş. Huzurun ayaklanmış hali gibi. Gözden kayboluncaya kadar adamın ardına asılı kalıyor bakışlarım. "O günlerde nereden bilecektim ki acı bir tesadüfle her şeyin başlayacağı biteceği yerin bu köprü olacağını."
Tüm bunları neden sana anlatıyorum? Sanırım düşsel bir şekilde beni ancak sen anlayabilirsin. İlk kez yağacak acemi bir yağmur bulutu gibiyim. Elimi ısıtan tek şey eldivenlerim. Tenha serinliklerde harmanlanıyor kederlerim ömrümün hasatsız bahçelerinde. Birer melek misali yeryüzüne inen pırıltılı kar tanelerinin altında dans etmeyi özledim. İçten gülümseyişleri, vurdumduymaz ezgiler mırıldanabilmeyi, serseri kanatlar takıp gökyüzünde uçabilmeyi... Kaynağını gözyaşlarımla besleyip iç denizime akıyor hayallerim. Bazen bir tsunami gibi vuruyorum kıyıya. Yarım kalmışlıkların gizli mabedinde, bitkisel hayatta yaşıyor gibiyim. Söylenmemiş sözlerin ve -tutuk-lu tavırların verdiği derin sızıyla süslenmiş bir barok varoş. Elbette tüm bunların gölgesinde geçmiyor her zaman hayatım, sakın kızma bana. Başka ne mi yapıyorum? Bir filizin yaprağa tomurcuklandığı anı, uzaklarda yaşayan dostlara yaklaştıran her kilometreyi, tekneleri, martıları, günebakanların güneşe olan aşkını, bazen trafikte sıkışıp kalmayı, söğüt dallarının yer çekimine karşı yenilgisini, uzak ışıklara bakıp hayaller ve hayatlar kurgulamayı, güllerin yağmura küsüşündeki naif nazı, şehir levhalarını, kurşun kalemin nostaljisini... sevmeye devam ediyorum. Her şeye rağmen sevginin cazibesine kapılmış bir seyyahım ben ve öyle gibi görünmüyor olsam da yollardayım. Beklediğin ve duymak istediğin de buydu sanırım."
Ve, tüm duygularımı sözcüklerle kanatlandırmış olmanın hazzıyla son noktayı koyuyorum. Müzik, ayışığının ölgün musikisiyle cansızlaşıyor. Mektubu katlayıp bir şişeye koyuyorum. Hep orada kalacağını, bir başınalığın puslu ikliminde kim bilir kaç mevsim bekleyeceğini bilmenin burukluğuyla. Odayı kaplayan eşyaların tenhalığında kucaklıyorum geceyi. Bedenim ikiye bölünüyor sanki. Bir yanım saklı soruların kumpasında, diğer yanım uykuya teslim olmak için çırpınmakta. Çelişkiler bir bulut gibi dolduruyor hüznümün kıyılarını. Geçmişim; uğultuların, hoşnutsuzlukların, ödeşmelerin toplamı olmamalı. Büyüdükçe derinleşen, büyüdükçe çırpınan, büyüdükçe sarsan hüznün boyutunda bir ip caNbazı gibiyim. Saydam bir buz dağı erimeye başlıyor. Kentin sahte ışıklarına, hileli zarlarına, yapay düzlemlerinde yaşayan sahte insanlara veda etme zamanı. Mutlu yazlardan geriye kalan deniz kabuklarının doldurulduğu bir kutuya benzeyen evime de... Oysa bir zamanlar her şeyin en güzelini burada yaşayacağıma inanmıştım. Eylül'de insanlar terk etmeyecekti birbirlerini. Sevgisizlik uzak olacaktı düşlerden. Kimse mecbur bırakmayacaktı beni olmadığım biri gibi davranmaya. Cesur olduğum halde cesaretsiz gibi davranan ben olmayacaktım dönüp gitmeyi seçmekle. Kış, baharı aratmayacak kadar büyülü olacaktı. Olmadı... Bu şehir bana verdiği sözlerin hiçbirini tutamadı. Ya da biz birbirimize tutunamadık. İhanetler döllenmeye devam ediyor, kalbim bu hissin verdiği acıyla tutuşuyor; caddeler, dükkanlar, parklar, heykeller, o çok sevdiğim eski pembe bina alev alev yanıyor. Dışarı çıkıp yürüsem, sokaklar tenime yapışacak ateşte erimiş bir diğer deri gibi.
"Gitmeliyim!" Öylesine yüksek sesle söyledim ki, sadece kendime. Kendi uçurumlarımda, varoluşumun sonsuz kayalıklarında yankılansın diye. Bu düzmece hayalin içinde boğulmadan, -kulağına kar suyu kaçmış bir balık gibi-, yaşamın kirli kıyılarına vurmadan, sözcükleri daha fazla dile vurmadan (sese dönüşen içsel anlatımlar bir başka bedenle karşılaştığında hiçbir işe yaramıyor, hepsi garip bir boşlukta yok olup gidiyor). Aklıma geldi dizeleri, * "Bir Aşk Kırgınının Şarkısı", dilimin ucuna döküldü sonra kelimeler tek tek:
Anıyorum ben şimdi başka bir yılı,
Bir nisan sabahı erken uyanmıştım,
İştahla söylediğim aşkın şarkısıydı.
Sevincin şarkısıydı toz kondurmadığım,
Yılın aşka teşne zamanlarıydı.
Gülümsedim sonra kendime. Saçımdaki tokayı çıkarttım. Özgürlüğü saçlarıma verdim ilkin. Yağmurun camda gezinen ayak seslerini duydum. Dünyanın en huzurlu, en hüzünlü, en taze melodisi değil mi? Balkona çıkıyorum. Her şey susuyor Her yer ıssız bir anda. Çünkü kalbim konuşuyor benimle. Soruyor. "İçimizde kalanlara doğru bir yolculuğa ne dersin?" Burada, şimdi sadece -ömrümün tükenişine dek son defa çıktığım ve sokağı puslu gözlerle izlediğim- bir değişimi müjdeleyen ve sonbaharı teğelleyen bu ilk yağmura dokunuyorum. Tenimden geçip ruhuma işliyor. Islak yıldız tozları, yağmurun özü. Geçmiş, giderek uzaklaşıyor yeni bir geçmişin başlangıcından. Ve tam orada, azgın savruluşları sığ aldanışlara tercih ediyorum.
*Guillaume Apollinaire / Bir Aşk Kırgınının Şarkısı