Mektubu okuduktan sonra; içini kurumuş çiçek yapraklarıyla doldurduğu, küçük ahşap sandığın içine koyacaktı. Pencerenin önündeki masaya doğru yürüyecekti usulca. İnsanların telaşla koşturmalarını ve yağan yağmuru izleyecekti. Noktaların yerine minik yıldızlar, virgüllerin yerine çiçekler, ünlemlerin yerine kalpler koyduğu bir mektupla cevap verecekti bana. Yaşamın, katlanılması çok zor olan acılarına kendince bir darbe olacaktı yazdıkları. İnsana özgü her duyguyu sığdıracaktı mektubun küçük ama tüm sınırları aşan dünyasına. Ve sonra, denizinin yarısı aydınlık yarısı karanlık olabilen kentin sokaklarında bir yürüyüşe çıkacaktı benimle. Yürüyüşümüz sona erdiğinde, müzik kutusunun hala o bildik melodiyi çaldığı bahçeli eve geri dönecekti. Ben de, masal lambasının cini gibi toz olup uçuverecektim yanından. Gün batmaya başladığında, denizin aydınlık tarafında birlikte bulduğumuz o parlak ateş taşını alıp elime saatlerce düşünecektim. O da beni izleyecekti düşündükçe daha da büyüyen sonsuzlaşan uzaklardan. Çıkmaz sokaklara hapsolmanın acısını duyacaktım iliklerime kadar. Ay ışığı yitip gidecekti uyumayı unuttuğum sayısız gecelerin birinde. Milattan önceki yaşanmışlıklar düşecekti aklımın uçsuz bucaksız düş denizlerine.
Bir şiirle son bulacaktı mektubu. Elleri kelepçeli bir güzü hatırladım / Belki yerine hiç varmamış bir mektuptun sen / Belki de zamansız bir elveda / Güzün sonunda . . .
Mektup, katlanacaktı anıların eşliğinde ve yola koyulacaktı hasretleri tüketmeye. Bir kaç gün sonra bana ulaşacaktı. Önce koklayacaktım zarfı; bana gelirken karşılaştığı sevdaları, acıları, coşkuları, umutları hissedebilmek için. Sonra, eskiden, çok eskiden yaşanmış bir güzü yeniden yaşamaya koyulacaktım parlak ateş taşımla...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder