15.01.2017

630 Kelime ve Aşk

Yeni bir yerden başlamak zordur. Yarım kalmış olan ile yola devam etmek ister insan. Alışılmış olanın sıcak duygusu, bilinmeyen başlangıçlardan daha cazip gelir. Bununla kastettiğim, hayatınızdaki herhangi bir şey olabilir. Ama genellikle yarım kalan hikayeler bundan nasibini alır. Tutkunun ve acizliğin doruğa ulaştığı nokta, yarım kalmışlık. Bir gün, aşkın kendimizce tanımından söz ederken birisi bana “bunu lütfen yaz” demişti. Herkesin bu konuda yaşadığı deneyimler tamamen farklı  olduğu için tanımı da milyonlarca farklı şekilde yapılabilir. Bu yüzden değil midir aşk üstüne yazılan şiirlerin, öykülerin, efsanelerin bitmez tükenmez bir kaynaktan oluk oluk akması? Birinci kural korkmamak. İnsanlar değerli bir şey bulduklarında neden heyecan değil de korkuya kapılırlar? İkincisi ise tamamlanamamak. Bu iki aşamayı geçebiliyorsanız da, üçüncüde zorlanacaksınız. Unutmak. Unutmayı çok istemekle unutmak arasındaki derin uçurumun kenarında yapayalnızsan, aşkı çoktan bulmuşsun ve kaybetmişsin demektir. Doğanın muhteşem kanunu böylesine acımasız çalışır. Tabi ikinci ve üçüncü kural arasında tırnak içinde “yaşamak” var. O, ruhlar aleminde çok kısa bir gezinti olduğu için ayrıca belirtmeye gerek görmüyorum. Çünkü esas kurallar içinde baskın olan hissiyat yaşayabile-memek. İşte aşk tam da burada gizli. Kısacık hayatlarımıza sığdırabildiğimiz; kucak dolusu telaşa kapılıp bir kenara ittiğimiz ama asla vazgeçemediğimiz aşk. O gizemli duygu… Sis çökmüş bir denizin alacakaranlığına dalmak gibi ürkütücü… Kendini gizleyerek kaçak dövüştüğün…Oysa tüm kartlar açılmış ve sen ruhunu çoktan masaya koymuşsundur. Ruhun ele geçirildiğinde anlarsın. Eğer iliklerine kadar yaşamak istiyorsan, buna razı olmalısın. Önemli olan ruhunu geri almak değil, onu bu acıdan nasıl arındıracağının yollarını bulmak. Her konuda olduğu gibi bu konuda da “doğal” olanın saf ve gerçekliğine inanmalı. Gereksiz ayrıntılar içinde boğulmaya vakit yok. Zira ikinci ve üçüncü madde arasındaki  süre epey kısıtlı. Neden alışverişe ayırdığımız zaman daha fazla? Yemek yemeye, uyumaya, saçmalamaya, tembelliğe, işlerimize? Neden sokağa çıktığımda gördüğüm yüzler anlamsız? Neden bomboş konuşmalarla harcanıyor zaman? Bu öfke, bu hissizlik neden? Neden daha dipten, derinden düşünmeyiş? Gerçekler karanlık ve ürkütücü geldiği için mi kolayı seçmek? Hayat, evlilik ve ilişkiler; alışveriş merkezlerinde el ele tutuşarak çılgınlar gibi vitrinleri incelemek, sepetini doldurmak ve yiyip içmekten ibaret sanırım. Çünkü görebildiğim, gördüğümü zannettiğim tüm manzara bu. Tüketim çılgınlığının, insan genetiği üzerindeki ciddi tahribatı… Bomboş ve anlamsız bakan gözler, incir kabuğunu doldurmayacak sözler… Yaşayan ölülere mi dönüşüyoruz? Sahte kimliklere mi bürünüyoruz? Sadelik bu kadar mı zor bizim için? İnsan ırkının dışında doğaya ve hayata dair her şey sakin bir uyum içinde hayatını sürdürüyor. Doğanın dünyaya olan aşkı bu. Biz ise yakıyor, yıkıyor, hırslanıyor, kıskanıyor ve açgözlülükle yoğruluyoruz. Zaman içinde, zamansızlığı unutuyor belleklerimiz. Bu yüzden incelikli değiliz artık aşka. Bu yüzden nezaketsizliğe dönüşüyor büyük tutkularla başlayan hisler. Aşk, raf ömrü tükenmiş bir kavanoz dolusu kalp ağrısı; ağızlarımıza çalınmış bir parmak bal şimdi. Aşkı hayatımızın neresinde unuttuk? Hatırlayabiliyor muyuz? Belki de aşkın tanımını çöpe atsak yalın gerçekle karşılaşırız. Çünkü tutkunun pençesinde hırslanan, bencilleşen ve arzulayan insanın en büyük yanılgısıdır aşk. Ona nefes veren diğer duygular olmadan tek başına bir hiçtir. Örneğin en iyi dostlarınıza bir bakın. Onda gördüğünüz ve sevdiğiniz her şey, aslında kendinizde de olmasını istediğiniz özelliklerdir. Samimiyet, başarı, özgüven, coşku… Hayata bakışın ‘bir’ oluşu değildir insanları birbirine yakın tutan. Kendi eksikliklerinizi tamamladığını ya da tamamlayacağını düşündüğünüz birer yansımanızdır. Bu yüzden de birlikte vakit geçirmekten keyif alırsınız dostlarla. Aşk bunun farklı bir versiyonudur. Kadın ile erkeğin dünyaya yansıması her ne kadar zıt olsa da bizi tamamlayacağına inandığımız kişilere aşık oluruz. Yani en başa dönersek eğer; her insan aslında kendine aşık narsistten başka bir şey değildir. Gözden kaçırılan nokta, aşkta da dostluk duygusunun ilk sıraya konması gerektiğidir.  
Günümüz insanının çözemediği sorun bence şu; sahte ve yalan hayatlardan örülü bir duvara çarpmak, gerilemek, çarpmak… Kanayıncaya ve kanatıncaya kadar. Saf ve gerçek olana duyulan ‘gerçek’ özlem, belki bir gün tüm duvarları yıkmamızı sağlar. Ve biz hala hayatta kalanlar, yolumuza devam ederiz. Tüm bu cümlelerin ardından yine de fısıltıların yükseldiğini duyar gibiyim. Haklısınız. Bunca söze hiç gerek yoktu. Aslında aşk sadece bir insanın canını delicesine yakma isteğiydi…






Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

İLK ARABAM

Gelir gelmez Sorardım en masum halimle... İşten yorgun argın dönen babama, Bir araba çizer miydi bana? Sevecenliğiyle şöyle bir baka...